TAKSİM GEZİ PARKI DESTANI’NIN ANATOMİSİ

TAKSİM GEZİ PARKI DESTANI’NIN ANATOMİSİ

 

         Taksim Gezi Parkı, sıradan günlerinden birini daha yaşıyordu. Parkın bir köşesinde stand kuran Taksim Platformu adlı grubun üyeleri, bir süredir parkın yeşil alan olmaktan çıkarılıp AVM ve Topçu kışlası yapılmasına karşı imza kampanyası ile seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Parkın iki tarafı trafiğin alta alınması çalışmaları dolayısıyla teneke paravanlarla çevrildiği için, parktan geçen insan sayısı da azalmıştı ve imza kampanyası umutsuz bir şekilde devam ediyordu. İnsanlar imza atılan masaya ve eylemcilere umutsuzca, acıyarak bakıyor ve her gün ancak birkaç duyarlı vatandaş dışında kimse imza vermiyordu. Park, son nefesini vermek üzereydi ve umarsızca, kaderine razı olmuş sonunu bekliyordu...

         1453 Yılı’nın Mayıs Ayı’nın 29’unda İstanbul'u fetheden Fatih'in torunları, ondan tam 560 yıl sonra kentin tam ortasında kalan yeşil alanı da zapt etmeye hazırlanıyordu... 28 Mayıs sabahı yol genişletme bahanesiyle bir iş makinası (kepçe) yavaşça süzüldü parkın Divan Oteli tarafındaki ucuna ve hızla darbeler indirmeye başladı park duvarlarına... Tam ağaçlardan birine saldırmıştı ki; karşısına parkın yılmaz savunucuları dikildi ve iş makinasının önüne attılar kendilerini. Ortalık bir anda karışmıştı... Polisi çağırıp itiraz ettiler ve bu işlemin yasalara aykırı olduğunu söylediler. Polis, itirazcılara karşı barikat kurdu. İş makinası yeniden, daha büyük bir iştahla saldırdı parka. Bu sefer önüne İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya ÖNDER çıktı ve bir anda kepçenin üzerine çıkarak etkisiz hale getirdi... Uzun görüşmeler sonunda iş makinası geri çekildi. İki taraf da nöbete başlamıştı artık... Bu durumu duyan halktan bazı kişiler ve sanatçılar parka akın etti. Yüzsüzlerin egemen olduğu bir kentte yüz yürekli insan, doğayı ve parklarını korumak için geceyi parkta geçirdi.

 

          29 Mayıs sabahı Fatih Sultan Mehmet, son ve kesin saldırısına hazırlanırken 560 yıl önce, günümüz gezi parkında  nöbet tutan çevreci torunlar gaflet uykusunda mışıl mışıl uyuyorlardı... Onları kepçelerin homurtuları uyandırdı. Hızla koştular. Ne yazık ki, iki ağaç çoktan devrilmiş yerde yatıyordu. Kamyonlar bu iki ağacın cansız bedenini yüklenip giderken, parkın savunucuları yeniden çıktı meydana ve iş makinalarını durdurdu. Bu sırada polis devreye girmiş  park savunucularını uzaklaştırmaya çalışıyordu.

          Sırrı Süreyya  yeniden ortaya çıktı. Uzun uğraşlardan sonra iş makinaları yeniden çekildi parktan. Parkın savunucuları, yaralanan ağaçların yaralarını sarmaya başladılar.

          O gün, parkın koruyucuları daha da çoğaldı. Olayları duyan geliyor, desteklerini bildirip gidiyordu. O günün gecesi kentteki ikiyüzlülere inat; iki yüz kişi olmuştu parkın koruyucuları... Çadırlar kurdular ve nöbete başladılar.

          30 Mayıs’ta sabah ezanından sonra üzerlerindeki çadırların polis tarafından sökülerek yakıldığına ve iş makinalarının yeniden parka saldırdığına şahit oldu iki yüzler... Direndiler... Teslim olmadılar... Çekildi saldıranlar bu sefer daha büyük bir hırsla...

          Bu böyle olmayacaktı... Bir basın toplantısı düzenlemeye ve yaşananları tüm ülkeyle paylaşmaya karar verdiler. Basın toplantısı biterken, bir anda sis bulutunun tam ortasında kaldılar. Fatih Sultan Mehmet'in toplarının gürlemesini andıran bir gürültüyle yüzleri ve gözleri yanmaya, ciğerlerinin en derinindeki hücreleri tırmalanmaya başladı. Polis biber gazıyla saldırmaya başlamıştı. Araya giren bazı milletvekilleri sayesinde bu saldırıyı da az bir kayıpla atlattılar. O günün akşamı iki yüzler oldu iki bin... Park, çadırlarla doldu. Olayı duyan Fizan’da bile olsa ziyaret etmeye başladı parkı. Gezi parkı olmuştu ziyaret parkı.

 

          Ve 31 Mayıs sabah ezanından sonra başlayan büyük taarruz... İstanbul'u işgal eden güçler bile böylesini yapmamıştı... Emir kulu Mutlu Polis, bir yandan biber gazı atıyor, bir yandan da ele geçirdiği çadırları ortalarda toplayarak üzerine benzin döküp yakıyordu. İnsanlar sağa sola kaçışıyor, duvarlardan düşüyor ve İstanbul'un ortasında bir insanlık dramı yaşanıyordu...

         Bu arada park, göstericilerden temizlenmiş ve korunmaya alınmıştı kendisini kurtarmaya çalışan çevrecilerden. Belli ki yakında teslim edilecekti Cellatlarına...

          Ve o gün olmaz denilen oldu!.. Vakti gelmişti isyanın... Akşam işinden çıkan İstanbullular hızla taksime akmaya başladı. Taksim, dört bir yandan yüz binler tarafından kuşatılmıştı. 1560 yıl sonra bu sefer topsuz tüfeksiz teslim alınacaktı. O gece, yoğun çatışmalarla geçti... Karşıdaki güç, gaddarca, acımasızca saldırıyordu. Fakat, heyhat... Düşenin, esir olanın yerine daha taze kuvvetler yetişiyordu... Vur vur bitmiyordu. Kır kır tükenmiyordu. Karşı yakadan, Kadıköy’den  yollara düşmüş geliyorlardı meydanları zapt etmeye... Yoruldu Cellatlar. Yoruldukça daha da acımasızlaştılar. Sabah gün ağarırken, yüzlerce yaralı vardı. Hala direniyordu İstanbul... Direniyordu Taksim... Direniyordu insanlık...

          1 Haziran öğleden sonra tüm ağırlıklarını alanda bırakarak, terk etti cellatlar alanı. Park, yeniden asli sahiplerinin eline geçmişti. Tam on iki gün boyunca taksime çıkamadı Bezirganlar. 11 gün boyunca görünmediler ortalıkta. Fakat, hala diretiyorlardı "Avm yapacağız, topçu kışlası yapacağız..." diye söyleniyorlardı binlerce kilometre uzaktan...

          3 Haziran’da İstanbul Ataşehir'de İlk can'ımız Mehmet AYVALITAŞ düştü toprağa...

 

          Ertesi gün Antakya’da İkinci can’ımız: Abdullah CÖMERT aramızdan alındı kimliksiz Cellatlarca...

          6 Haziran'da Adana'da polis komiseri Mustafa SARI kurban edildi Cellat başının kör olası inadına…

          Ve Ankara... Taşına bakılası, gözü yaşlı Ankara'da vurdular Ethem SARISÜLÜK can’ımızı... Koparıp aldılar: canının goncası yarinden, küçücük yavrusundan... Meçhul ettiler failinin ayan beyanken kimliği...

          11 Haziran akşamı yeniden saldırıya geçtiler. Bu sefer, dokunmayacaklarını söylediler parka ve dokunmadılar gerçekten... Alanı kitleden arındırdılar yalnızca...

          12, 13, 14 Haziran akşamları... Her akşam iş çıkışı gaz yiyeceğini, dayak yiyeceğini, öleceğini bile bile; baretini gözlüğünü ve çoğu uyduruk gaz maskesini kapan direnişe devam dedi Taksim'de İstanbul'da, Ankara'da, Eskişehir'de, İzmir'de Trabzon'da...      

          Türkiye'nin 81 ilinde ve binlerce ilçesinde: "Her yer Taksim"di artık, "Her yer Direniş"ti... Her gece bağırıyordu yediden yetmişe gençler...

"Sık bakalım, sık bakalım!

Biber gazı sık bakalım!

Kaskını çıkar!

Jopunu bırak!

Delikanlı kim bakalım…"

          Sıkıyordu biber gazını, numarası silinmiş kaskı başında, elinde jopu veya çivili sopasıyla arkasına geçtiği Tomalardan ilaçlı su sıkarak, devirdiğini linç ederek Cellatlar... Yılmıyordu yılmazlar... Daha da çoğalıyordu. Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de, Güney’de… Yorulmaya başlamıştı Cellat... Yorulmaya başlamıştı diktatör... "Allah’ım..." diyordu,"... beni terk mi ettin yoksa?.."

          Sonunda 15 Haziran akşamı saldırdılar yeniden parka diktatörün emriyle. Talan ettiler meydanı. Yağmaladılar çocukları gençleri...

          16 Haziran’da mübalağa cenk olundu. Direndi yine: Ankara, İstanbul, Bursa, Eskişehir, İzmir, Balıkesir, Manisa, Sivas, Çorum... Direndi 81 il, binlerce ilçe.

          17 Haziran... Ortalıkta ölüm sessizliği... Tedirgin Cellatlar... Tedirgin diktatör... Korkuyor... Elleri tetikte bekliyor yardakçılar... Ellerinde çivili sopalar bekliyor kapkara yürekleriyle genç yaşlılar...

Birden, durdu dünya... Durdu zaman... Durdu adam...

                                                    Nihat MÜRŞİTPINAR

 


Yorumlar - Yorum Yaz